
TEKNOLOJİK NESİL
Geçen hafta okulda teknoloji kullanımıyla ilgili bir seminere gittim. Konuşmacı, okulda anaokulundan itibaren her çocuğa dizüstü bilgisayar verildiğini ve bu cihazlar sayesinde her çocuğa özel alıştırmalar sunulabildiğini gururla anlatıyordu.
Bir veli, bilgisayar ve akıllı telefon kullanımının zararlı etkileri bu kadar belirginken, çocukların bu teknolojilerle bu kadar erken yaşta tanıştırılmasını eleştirdi. Kadın konuşurken düşündüm; akıllı telefonlarla ilk tanıştığımda, ne büyük bir lütuf diye düşünmüştüm. Her şey ne kadar daha kolaydı. Annem beni saatlerce pencerede beklerken, ben artık çocuğuma çok kolay ulaşabilecektim. Yemek siparişi, market alışverişi hepsini yapmak ne kadar kolaylaşmıştı. WhatsApp gibi uygulamalar, ülkesinden uzak bizleri sevdiklerimizle buluşturuyordu. Çocukken hatırlıyorum, yurt dışında olan sevdiklerimizi pazar günleri arardık. Pazar, yurt dışı aramaları daha ucuzdu! Şimdi her canım istediğinde, her canım istediği kişiyi hem de görüntülü arayabiliyorum.
İnternet ile her türlü bilgiye ulaşım ne kadar kolaylaşmıştı. En azından ben öyle sanıyordum başlarda. Aslında algoritmanın benim hassas noktalarımı öğrenip beni istediği gibi manipüle edebildiğini bilmiyordum henüz.
Buraya ilk taşındığımızda, okulu gezerken her çocuğa verilen dizüstü bilgisayarları görünce, “Okul bak, böyle eğitim veriyor, çok iyi” demiştim. Geçen hafta konuşan velinin tam tersi, bilinçsiz bir yorum!
Tabii konunun kendimize belki açıkça itiraf etmediğimiz yanları da var. Akıllı telefonlarla birlikte çocuklar bizi daha az rahatsız ediyordu. Arkadaşlarla yenen bir yemekte, sıkılan bir çocuğa verilen telefondan sonra sohbet, sanki onlar yokmuş gibi devam edebiliyordu. Evde “Sıkıldım” diyen çocuğa verilen teknoloji izni sonrası biten şikayetler, azalan kardeş kavgaları… Evler bile eskisi gibi dağılmıyordu. Geçen hafta okuldaki toplantıdan çıkarken bir arkadaşım, “Nasıl vermiyorlar telefon ve internet izni bazı aileler, anlamıyorum. O zaman çocuk eve gelince ne yapacak?” diye sordu bana hayretle.
Telefonlar çıkmadan önce ne yapıyorduk? Vardı tabii. Yemeklerde de bir şekilde oyalanıyordu çocuklar. Biz çocukken evlerimizde de oyalanmanın yolunu buluyorduk. Daha çok oyun, daha çok hayal gücü…
Peki, bizim bu kadar iyi bir nimet gibi gördüğümüz teknoloji ne zaman yok edici bir canavara dönüştü? Hep öyleydi de biz mi göremiyorduk? Bence ikisi de; evet, biz zararların bir kısmını görmedik veya işimize gelmediği için görmezden geldik. Aynı zamanda akıllı cihazlar ilk çıktığında zararları bu kadar büyük değildi. Beynimizi yıkayan, bize eğilimlerimize göre tek tip bilgi aktaran sistemler yoktu henüz. Instagram gibi benlik algısını bozan, sürekli kendini başkalarıyla karşılaştırmaya yönlendiren mecralar da yoktu. Snapchat gibi yabancıların kolaylıkla çocuklara yanaşabildiği kanallar da yoktu. Düşünsenize, sokakta yanınıza yanaşan birini en azından tipini görüyorsunuz. Günümüzde sosyal medya aracılığıyla 70 yaşında bir pedofil, 15 yaşında taklidi yaparak bir çocuğa kolaylıkla yanaşabiliyor. Okulda başlayan zorbalığın telefonlar aracılığıyla tüm gün devam edebildiğini de öğrenmemiştik henüz.
Tüm bunların kafamı kurcaladığı şu günlerde bir kitap önerdi arkadaşım: “Anxious Generation”.
Jonathan Haidt’in kitapta paylaştığı veriler çok korkutucu. Akıllı telefonların hayatımıza iyice girmeye başladığı 2011’den sonra Amerika’da gençler arasında depresyon oranları yüzde 150 artmış. Z kuşağı gençlerinin yüzde 25’i zaman zaman intiharı düşünüyor. Araştırmalar gösteriyor ki sadece Amerika’da değil, dünyanın birçok ülkesinde kendine zarar verme oranları, yalnızlık, endişe, intihar düşünceleri sosyal medya kullanımının yaygınlaşmasıyla çok büyük artışlar gösterdi.
Hep “Bizim dönem farklıydı” diyoruz. Kitabı okuyunca bunun doğru olduğunu da gördüm. Araştırmalar gösteriyor ki 1980’li yıllarda doğanlar daha yaratıcı, risk alan, zihinsel sağlığı daha yerinde, özetle mutlu insanlarken; daha sonra doğanlar, yani Z kuşağının ergenliği sosyal medyanın arttığı döneme denk geldiği için çok daha zor geçiyor.
Yazar, dört temel zararı; uyku yoksunluğu, dikkat dağınıklığı ve bağımlılık ile sosyal yoksunluk olarak gruplamış. Sosyal medya bağımlısı, daha az uyuyan çocukların okul performansları düşüyor, sabırları azalıyor, sinirleri bozuluyor.
Uykusuzluğun üzerine, seyredilen kısa videolar ve sürekli gelen mesajlarla bölünen aktiviteler, konsantrasyon sürelerini her geçen gün azaltıyor.
Sanal dünyada daha çok vakit geçiren gençler, her geçen gün gerçek dünyadan daha fazla kopuyor; yüz yüze geçirilen zamanlar her geçen gün azalıyor. Bunu, benim 10 yaşındaki çocuğumun çevresinde bile görmeye başladım.
Geçen yıl sürekli arkadaşlarının evine oynamaya çağrılırken, bu yıl ayda bir davet zor alır olduk. Acaba bize mi özel diye düşünürken, bir arkadaşının annesi de aynı problemden bahsetti. O, nedenini çözmüş. Telefonlarla aynı oyuna bağlanıp oynamak varken niye buluşalım diyorlarmış…
Yazar, kitapta oyun temelli çocukluğun telefon temelli çocukluğa yerini bıraktığını yazmış. Bunu hepimiz biliyoruz. Bilmediğimiz, bunun neye sebebiyet verdiği. Beyin gelişiminin sağlandığı yılları sokaklarda oynayarak, arkadaşlarıyla gülerek, problem çözme ve sosyal becerilerini artırarak geçirmek yerine, günde ortalama 5 saati sosyal medyada geçiren çocukların ve gençlerin sadece psikolojileri bozulmuyor, sosyal beceriler geliştiremiyor, aynı zamanda beyin gelişimleri de sekteye uğruyor. Yazar, tüm dünyada 2012 sonrası gençlerin daha az zeki ve daha az eğitimli olduklarını söylüyor. Düşünsenize, mutsuz ve zekadan uzaklaşan insanlar her geçen gün artıyor.
Peki, ne yapacağız… Keşke okullar ve sistem, çocukların sosyal medya kullanımını daha çok sınırlasa. Ben kendi evimde sınırlar koymaya çalışıyorum. Her zaman kolay olmuyor. Bugün kızsalar da isyan etseler de ileride beni anlayacaklarını umuyorum. Anlamasalar da canları sağ olsun, yeter ki sağlıklı ve mutlu olsunlar.