
AN-SIZIN
Gecen gün konuk olduğu bir TV programında, Meltem Cumbul, “fütursuz oyunculuk” kavramından bahsediyordu. Ve kavramı şöyle açıklıyordu:
“Var olan alanda, karakterin, eser içindeki zorunlulukları, (davranış biçimleri, diğer karakterle ilişkileri) bir araya getirebilmek.. Bir nevi sürprizli oyunculuk. Örneğin; bir oyuncu, çekim sırasında, repliğini unutur ve o sırada, repliğini düşündüğü için, var olan alan içinde, çok gerçek bir an yasar. O an, sahneye yansır. O anı seyirci görür, karakter “gerçekten” düşünüyordur.”
Matrix filminde de olan, sistemin hata verdiği an.. “Gerçeğin”, o her neyse artık , bir anlığına görünür olması, bir çatlaktan sızması ve hatta, belki de, kendine şahitlik edecek kişileri bulma gayreti … Hakikaten, gerçeğin ta kendisinin, görünme ve bilinme isteği var mıdır? Sobelenmek isteyen bir yanı mesela var mıdır?
Varoluş, kendine şahitler arar diyebilirsek eğer, ki ben öyle düşünüyorum, o anı orada yakalayabilmek, izleyicinin , an ile olan ilişkisine kalmış .
Ben emprizmcilerden farklı olarak, gerçeğin (bilginin) , bir tek, deneyimle ve duyular sayesinde elde edileceğine inanmıyorum. Zira duyu organlarımızın ne kadar melül ve yanıltıcı olduğunu görebileceğimiz çokça örnek var hayatın içinde. Belli bir desibelin altını veya üstünü hayvanlar duyarken, bizim duyamamamız, tek başına bile yeterli. Göz, zaten tek başına ayrı bir yazı konusu. Objeden yansıyan ışığın, önce yorumsuz bir şekilde gözün arka tarafına atılıp, beynin, halihazırda sahip olduğu verilere dayanarak, o informasyonu okuması ve bir çıktı sunması nano saliseler içinde .. ne kadar güvenilir olabilir ki bu süreç?! içerde var olan veri ne kadarsa artık , ona emanet görme durumu. Beynin deposunda olan verilerin doluluğuna (insafına) kalmış .. belki de , şehir efsanesi tadında olan, beyaz adamın, yerlilerin topraklarına , gemilerle yaklaşma hikayesi gerçektir. Hayatlarında, daha evvel hiç gemi görmemiş yerliler, koca gemiler burunlarının dibine gelene kadar görememiş olmaları gerçekten de, beyinlerinde o görseli yorumlayacak data olmadığındandır belki de. Ve iste bu “pek keskin” duyu organlarımız sayesinde yasadığımız deneyimlerimiz var bir de … Özetle, emprizim, benim için biraz yanıltıcı ama hoş, hiç yoktan iyidir tadında ve hiç düşünmemekten yeğ bir akımdır.
Gerçeğin peşinde, ömürler geçirip, gene de elimiz boş dönebiliriz başlangıç noktamıza. Ama böyle bir merakımız varsa eğer, gerçek, kendini sunduğu “sürprizli anlarda” yapabileceğimiz en kilit şey, o an , orada olabilmek. Maçtaki bir kaleci, operasyon sırasında bir polis, ameliyat esnasında bir doktor kadar “o an orada olma” anı. Bize pür dikkat kestiren, algılarımızı keskinleştiren, bir yandan da gergin ve stresli yapan adrenalin ile değil. Dinmeyen bir merak, hayata -yaşama karşı ilgi alaka, yorulmayan anlama isteği ile…
Fütursuz oyunculuk, izlemesi heyecanlı, keyifli ve seyirciyi sahneye daha dikkatle bağlayan anları sunar gibime geliyor.. Keza hayat da aynı hissi verir her fütursuzluğunda, eğer iyi bir izleyici olmayı başarırsak.. Seyirci kalmayıp, izleyici olmak.. kim bilir, kaç tane fütursuz an , gözümden kaçtı gitti bugüne kadar. Oyuncunun gecesine damga vuran o an, oyunla, oyuncuyla hemhal olmuş bir izleyici için de unutulmaz olur. İzleyici olmadan, oyuncu; oyuncu, olmadan, izleyici anlamını yitirir. O zaman en baştaki soruya dönersek, varoluşa birileri şahit olmazsa, varoluş anlamını yitirir mi?