15°C İstanbul
April 16, 2025
BİRİ ZORBALIK MI DEDİ?
Yaşam

BİRİ ZORBALIK MI DEDİ?

Kas 25, 2024

1980’lerde ve 1990’larda büyürken, bugünkü kadar yoğun bir zorbalık var mıydı, bilmiyorum. Zorbalık elbette her zaman vardı; ancak o zamanlar daha çocukça ve plansızdı. Mesela, sınıfın en çalışkan öğrencisinin masasına ot konulması gibi olaylar olurdu. Ya da bir süre benimle sürekli uğraşan bir çocuk olduğunu hatırlıyorum. Yine de, bugüne kıyasla daha masumduk diye düşünüyorum.

Günümüzde çocukların karşılaştıkları zorbalık çok daha ciddi bir seviyede. Hatta kriminal düzeyde olanları da var. Ancak sıradan bir okul gününün bile bir çocuğun zorbalıkla mücadele ettiği bir zemin haline gelmesi, masumiyetin nasıl kaybolduğunu düşündürüyor. Evet, zorbalık yapanlar da çocuk ve elbette onlar masum; ama yapılan şeyler masum değil.
Araştırmalara göre pandemi dönemi, zorbalığın artışında önemli bir rol oynadı. Bence bu artışın bir diğer önemli sebebi ise sosyal medya. Eskiden grup oluşturmak veya topluca hareket etmek zordu. Şimdi ise WhatsApp ve benzeri uygulamalar sayesinde bu çok kolay hale geldi. Bir gruba ait olmak ve topluca hareket etmek çocuklara kendilerini güçlü hissettiriyor. Ancak bu güç, farklı olanı, sürüye uymayanı veya kalıpların dışındakini dışlamak için kullanılabiliyor.

Peki, kalıpları kim belirliyor? Sosyal medyanın etkisiyle bu kalıplar sürekli yeniden şekilleniyor. Annenin hazırladığı öğle yemeği, ayakkabıların, ilgi alanların veya yaptığın sporlar bile dışlanmana ya da toplu bir aşağılamaya sebep olabiliyor. Hatta bazen sadece sürünün bir parçası olmayı reddetmek bile buna yol açabiliyor.
Kızım geçen hafta kimsenin konuşmadığı bir çocuktan bahsetti. Sebebi, spor yapmayı sevmemesiymiş. Başka bir gün, telefonundaki grup yazışmalarına göz attım. (Evet, bu başlı başına bir tartışma konusu.) 14 kız, yalnızca kurallarına uymadığı ve dik durduğu için bir kıza nasıl zorbalık yapacaklarını planlıyorlardı. Bir arkadaşımın kızı ise okula giderken her gün ağlıyormuş; dersleri kötü olduğu için erkekler onunla dalga geçiyor, kızlar ise onunla arkadaşlık yapmaktan utanıyorlarmış. Dahası, bir sınıf arkadaşı, “Hafta sonu seninle görüştüğümüzü kimseye söyleme,” demiş. Bu olaylar, zorbalığın ne kadar yaygın ve derin olduğunu gözler önüne seriyor.

İnsanın doğasında bir gruba ait olma arzusu var. Topluca hareket etmek insanları güçlü hissettiriyor. Ancak kötülükte birleşmek, iyilikte birleşmekten ne yazık ki daha kolay. Okullar, zorbalığa tolerans göstermediklerini söylüyor. Fakat, çocukların “istediği her şey olabileceği” bir anlayışın yükseldiği dünyada, temel farklılıklara hoşgörüyü öğretme gibi daha basit ama önemli konularda yetersiz kalıyorlar. Bu elbette yalnızca okulların görevi değil.

Anne olmak bu çağda gerçekten zor. Ben konunun uzmanı değilim; ama çocuklarımı zorba olmaktan nasıl koruyabilirim diye çok düşünüyorum. Zorbalık yapan çocukların eve gelip yaptıklarını anlattığını sanmıyorum. Bu yüzden, çocuklarla sürekli konuşmak, yaptıkları her hareketin karşı tarafta nasıl bir his uyandıracağını anlamalarını sağlamak çok önemli. Hoşgörüyü öğretmek, yüzme veya piyano derslerinden çok daha kritik bir beceri bence.
Bugünün ebeveynleri, çocuklarını bazen “kusursuz projeleri” olarak görüyor. Çocuklarının yaptığı yanlışları duyduklarında gülüp geçmek veya “Çocuktur, yapar,” demek yerine konunun üzerine gitmek gerekiyor. Eğer çocuğum zorbalığa uğrarsa, ona gereken her noktada yanında olduğumu hissettirmek çok önemli. “Arkamda ne olursa olsun beni koruyacak bir ailem var,” düşüncesi, bir çocuğa hayatta 1-0 önde başlama şansı verir.

Ayrıca, pek çok insanın özel hayata saygısızlık olarak göreceği bir şeyi yapıyorum: Çocuklarımın mesajlarını kontrol ediyorum. Yaşımı belli eden bir cümle olacak ama: Dünya bizim çocukluğumuzdaki gibi değil. Çocuklarımı hem zorbalığa uğramaktan hem de zorba olmaktan korumak için elimden geleni yapmak zorundayım. Çünkü bugün yaşadıkları ve yaşattıkları, ileride nasıl birer yetişkin olacaklarını şekillendirecek.
Zaman ne kadar hızlı geçti ve her şey ne kadar çabuk değişti… Okullarda dayak yiyen çocuklardan, neredeyse dayak atacak hale gelen çocuklara bu kadar hızlı geçiş yapmamız inanılmaz.

Bizim zamanımızda okullarda sıkı kurallar vardı. Bazıları o kadar saçmaydı ki bugün bile neden var olduklarını anlayamıyorum. Bu kurallara uymamanın da kesin ve acı sonuçları olurdu. Örneğin, öğretmen olmayan bir sınıfta sessizce tahtaya bakarak oturmamız gerekiyordu. Bir keresinde bunu yapmadığım için çok büyük bir dayak yemiştim. Bugün düşününce, bir sınıf dolusu çocuğun öğretmen yokken sessizce oturup tahtaya bakmasının ne kadar absürt bir kural olduğunu daha iyi anlıyorum.
Başka bir gün, saçımda toka takılı değil diye koridorda yürürken müdür yardımcısı yakama yapışıp beni sarsmıştı. Sanki okullar, öğretmenlerin küçücük çocuklar üzerinden hayata olan öfkelerini çıkardıkları, kurallarla ezerek varlık gösterdikleri yerlerdi. Belki dayak atan öğretmenlerin kötü bir niyeti yoktu, belki de sadece bildikleri yöntem buydu. Yarısı mantıksız olsa da kurallar vardı ve çocukların bu kurallara sorgusuz sualsiz uyması beklenirdi.
Dayak, o dönemde birçok okulda yaygındı. Ancak benim okuduğum okul bir üst seviyeye geçmişti. Bir gün müdür bize kızıp hepimizi odasına çağırdı. Çekmeceden bir tabanca çıkardı ve masanın üzerine koydu. Bugün düşündüğümde, bu olay müdürün okuldan atılmasına neden olabilecek bir skandalken, o gün benim için komik ve eğlenceli bir anıydı. Çünkü ömrümde ilk kez bir tabanca görmüştüm ve o yaşta bunu eğlenceli bulmuştum. Ne kadar naiftik… Müdürün masaya koyduğu tabanca eğlenceli bir anı, yediğimiz dayaklar ise hak ettiğimiz cezalar gibi geliyordu.
O dönem yediğim hiçbir dayağı anneme söylemedim. Söylesem okula gelip şikayette bulunurdu, biliyorum. Ama çocuk aklımla, zaten hatalı bir şey yaptım, bir de evde söyleyip başıma dert açmayayım, diye düşünüyordum. Sonuçta “tahtaya bakmamıştım” ya da “saçımı toplamama cüretini göstermiştim.”

Bugün çocuklarıma yaşadıklarımı anlatsam, başka bir gezegende geçen bir filmi dinliyormuş gibi hissedebilirler. Bana çocukluğum dün gibi gelse de, liseden mezun olalı 25 yıl olmuş. Ama normlar, zamandan bile hızlı değişti. Ne mutlu ki bugün çocuklarım okulda dayak yeme tehlikesi yaşamıyor. O gün bana normal gelen şeyler bugün tüylerimi ürpertiyor. Benim dokunmaya kıyamadığım çocuğa birinin elini kaldırdığını düşünmek bile beni çileden çıkarıyor. Bunu yapacak bir öğretmen herhalde gün bitmeden okuldan atılır.
Bugün çocuklar fikirlerini korkmadan söyleyebiliyor, kuralları sorgulayabiliyor ve neden var olduklarını anlama hakları var. Bu özgürlükler çok değerli. Ancak, bir noktada kantarın topuzu kaçtı gibi hissediyorum. Özgürlüklerin de bir sınırı olması gerekiyor. Artık öğretmenler neredeyse çocuklardan korkar hale geliyorlar. Burada ebeveynlerin de payı büyük. Özgüvenli çocuklar yetiştireceğiz derken, çocukları sınırları olmayan, kendilerini her şeyin üstünde gören bireyler haline getirmek üzereyiz.

Veliler, okullarda her şeye karışma hakkını da kendilerinde buluyorlar. Ne çabuk unuttuk, çocuk olmanın ne olduğunu ve ne olmadığını…
Geçen hafta kızım, bir çocuğun tüm hafta boyunca okula astronot kaskı takarak geldiğini anlattı. Derse bile kaskla girmiş. Ailesi bunu özgürlük kapsamında mı destekledi, yoksa endişelendiler mi bilmiyorum. Ama benim zamanımda böyle bir şey yapsam, konu saniyeler içinde kapanırdı. Kızımın bir başka arkadaşı ise kedi gibi davranmak istediğine karar vermiş; teneffüslerde sürünerek geziyormuş. Bir diğeri her hafta adını değiştiriyor ve öğretmenler bu karara saygı duyup yeni adıyla hitap ediyorlar. Bütün bunlar bireysel özgürlük olarak adlandırılıyor.

Ama bence hiçbir şeyi dengeli yapmıyoruz. Hiç söz hakkı olmayan çocuklardan, özgürlüğün sınırının kedi olmak kadar genişlediği çocuklara geldik.

Belki bir sonraki jenerasyon bu dengeyi bulur. Fikirlerini ifade edebilen ama aynı zamanda sınırlarını bilen çocuklar…

Önceki Yazı

Sonraki Yazı

Bir Cevap Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir